26 Haziran 2012 Salı

Bu yaz pastel tonlar moda


Hadi ya sahi mi? Kim veriyor kardeşim bu direktifleri. Bu yaz straplez bikininin moda olması insanları neden ilgilendiriyor. Klasik yaka bikini iğrenç ise neden zamanında giydiniz. Straplez bikini harika ise neden sadece şimdi giyiyorsunuz. İlla ki sizden başka birilerinde görmeniz mi gerekiyor o “tuhaf” ayakkabıyı giymeye cesaret bulabilmeniz için. Evet dostlar yanılmadınız. Ugg denen şu saçma ayakkabıdan bahsediyorum. Hani böyle kıyafet partisinde ayı kostumü giymişsiniz de, partiden apar topar çıkıp ayağınızdaki şeyleri çıkarmayı unutmuşsunuz izlenimi veren tuhaf cisimlerden (bakın ayakkabı demiyorum) bahsediyorum. Sahi onlar ne yani. Sırf rahat diye değer mi kendinize bunu yapmaya. Ama durun, kandırmayalım birbirimizi, onu giymenizin rahat olmasıyla uzaktan yakından alakası yok. Ve sakın bana çok güzel gözüküyor ondan giyiyorum demeyin. İki sene sonra, o iğrenç şeyin modası geçtiğinde hala giyiyorsanız onu sözüm yok tabii. O zaman gerçekten sevdiğiniz için giyiyorsunuz demektir (Ki bu ihtimali düşünmek dahi istemiyorum. Gerçi beni ilgilendirmez de…). Ama o zamana kadar gözümde sırf moda diye giyiyorsunuz, umrunuzda olmasa bile bunu belirtmek istedim.

Konu sadece kızlar alakalı değil elbet ki. Erkekler de bu moda tuzağına düşüyor. Mesela pembe rengi. Pembe kazak, pembe tişört, pembe gömlek… Madem bu kadar seviyordunuz bunları, neden bu zamana kadar giymediniz. Pembenin erkekler tarafından giyilmemesi gerektiği düşüncesi neden şimdiye kadar durdurdu sizi. Neden umursuyordunuz bunu ve şimdi neden erkeklerin pembe giydiğinde şık gözüktüğü yanılgısını umursuyorsunuz. Ben mi? Ben pembeden nefret ediyorum. Kızlarda da erkeklerde de. Eskiden de giymiyordum, erkekler tarafından giyilebilir olduğu algısı geliştiğinde de giymiyorum. Ve evet bana gelelim. Kısa kollu gömlek yakışmıyormuş öyle düşünüyor ya kızlar. Kimin umrunda? Ben kısa kollu gömleği seviyorum ve giyiyorum. Belki de kısa kollu gömleği beğenmeyen birine şık gözükmek gibi bir derdim olmadığı içindir. Ve bir yanılgı, daha doğrusu bir yaptırım daha: Beyaz çorap çok kıro. Bunu da umursamıyorum, siyah pantolon ve siyah gazelle‘lerimi giyip içine de beyaz çorap giymeyi çok seviyorum. Onlar üzerimdeyken kendimi iyi hissediyorum. Gerisi kimin umrunda? Benim bu gömleği, bu ayakkabıyı giymem, bunlarla kendimi iyi hissetmem benden başka kimin umrunda olmalı ki? Daha doğrusu bunları giymek için bir başkasının onayına ya da yol göstermesine neden ihtiyaç duyayım ki?

Neyse asıl karşı geldiğim şey moda değil, yani yalnızca o değil; insanların başkaları tarafından dayatılan şeyleri benimsemesi; sırf herkes öyle düşünüyor diye öyle düşünmesi. Mesela David Lynch filmleri; ben de seviyorum ama herkes seviyor diye değil. İnsanlar anlamlar katmaya bayılıyor oysa ben hiçbir şey anlayamadığım için seviyorum, zaman ve mekan kavramı kaybolduğu için. Yoksa çok derin bulduğum için değil. Bir şeyin anlaşılamaması ya saçmalık ya da dahilik olarak değerlendiriliyor ya ben işte buna karşıyım. Bir şeyi de anlamayın, bir şeye de anlam katmayın. Madem yönetmenlerden gidiyoruz; Tim Burton’dan bahsetmeden olmaz. Sevmiyorum kardeşim ben bu adamı, hani aslında seviyorum da neredeyse diğer herkesten sürekli adam hakkında abartılı sevgi ve övgü sözleri duyduğum için neredeyse gerçekten sevmeyeceğim filmlerini. Müzik konusunda da, Kings Of Convenience var mesela. Bir indie dinleyicisi de sevmesin kardeşim bu adamları. Yanlış anlamayın sevmenize laf yok, lafım herkes seviyor diye, sırf rengini belli etmek için dinlemediği halde grubun sayfasını “facebook”ta beğenenlere. Okumadığı kitabı “like”layanlar da var oraya hiç girmeyeyim.

Neyse bunlar zevk meselesi, karışamam, gerçi karışmıyorum sadece herkes sevdiği için sevildiğini iddia ediyorum küçük sayılmayacak bir kitle tarafından. Yoksa zevk meselesi, istersen en sevdiğin yönetmen İbrahim Tatlıses, en sevdiğin müzisyen Lady Gaga olsun bana ne. Demem o değil, neyse konumuza dönelim. Bir de herkes tarafından kabullenilmiş, ama neden kabullenildiği belli olmayan “gerçekler” var. Ben bunlara anonim gerçekler diyorum. Biri bunu ortaya atıyor, sonra herkes kabulleniyor ve halka mal oluyor. Halka mal olunca da herkes sırf onun için bile doğru buluyor. Misal, “yemek yapan erkek seksidir” ya da ne bileyim “Djarum içmek karizmatik bir şeydir” ya da “rakı içerken yabancı müzik dinlenmez” gibi. Ya tamam doğruluk payı olabilir de olmayabilir de konumuz o değil. Sadece bu saydıklarım bir kural mı? Kim koymuş, neden koymuş bu kuralı sorgulayan yok. Sorgulamadan inanıyoruz işte. Bilinç altımıza işlemiş, sanki düşünmüşüz de öyle kanıya varmışız gibi davranıyoruz.

Ana fikir mi? Ana fikir şu; başkalarıyla aynı şeyleri düşünmeyin demiyorum, ama sırf başkaları da öyle düşünüyor diye olmasın bu.

24 Haziran 2012 Pazar


Bazı sıkıntılar buz dolabından gelen ve kesildiği ana kadar varlığını fark edemediğimiz ve sustuğunda rahatladığımız uğultu gibi. Hani olur ya bazı dertleriniz vardır, sizi ne kadar sıktığını ancak her şey bittiğindeki rahatlığı hissettiğinizde anlarsınız. Bir şey içinizi sıkar, saatlerce başınız ağrır ama bu duruma öyle alışmışsınızdır ki buz dolabındaki o uğultu susmadan tüm bu baş ağrısının sebebini kavrayamazsınız. Bazı dertlerin ne olduğu ancak bittiğinde anlaşılır. Aslına bakarsanız benim içimi sıkan dertlerin çoğu da ancak halledildiğinde ya da kendi kendine zamanla asimile olduğunda fark edilen cinsten. Bazen içim sıkılıyor, sebepsiz yere hayattan soğuyorum. Bu durum bazen haftalar sürüyor, bazen bir kaç saat sıkıntımı atabilmeme yetiyor. Ama bu kontrolsüzlük bu sebepsizlik insanı çok yoruyor.

Misal; bir şeyler üzerimde stres yaptı diyelim ben bunu son ana kadar fark edemiyorum. Ne zaman ki gece yattığım yerde baş parmağım seyiriyor, ne zaman ki tırnağımı yerken parmağım kanıyor, ne zaman ki elimi saçıma attığımda bir tutam saç elimde kalıyor ve ne zaman ki gün içinde durup “şu an ne giydim, şu an üstümde ne var” gibi bir soruyu montumun fermuarını açmadan cevaplayamayacak kadar hayattan ve kendimden kopmuş oluyorum işte öyle zamanlarda anlıyorum ki gene bir buz dolabbı uğultusu var hayatımda. Ancak bir derdi çözmek bir yana, onun ne olduğunu bulmaya çalışmak insanı çok yoruyor. Hele ki aslında bir derdiniz olmadığını fark ettiğiniz andaki boşluk hissi, her şeyi anlamsızlaştırıyor. İnsanın moralini etkileyecek bir şeyin aslen değersiz olduğunu anladığı an mutlu edecek tüm o ayrıntılar da anlamsızlaşıyor bir anda.

22 Haziran 2012 Cuma

Buldum!


Ömrü boyunca arada kalmış, neyle mutlu olacağını bir türlü bulamamış, kendini bu konuda yeterince keşfedememiş biri olarak, bazen sosyallik, bazen ise asosyallik canımı sıkabiliyordu. Aynı şekilde bazen yalnız kalarak, migros’ta tek başıma kulağımda kulaklıkla alışveriş yaparak dünyanın en mutlu insanı olabilirken, bazen ise hareketli geçen bir taksim gecesi tüm dertlerimi unutturmaya yetebiliyordu ve ben o kafayla bir hafta boyunca boş zamanlarımla mücadele edebiliyordum.

Bazı zamanlarım oluyordu; insanlardan sıkıldığım, kalabalıktan kaçmak istediğim, toplu organizasyonlara gitmemek için bindir bahane uydurma gereksinimi duyduğum, evde oturup beş film art arda izleyerek, tek oturuşta bir kitap bitirerek tatmin olduğum zamanlardı bunlar. Telefonuma çok nadiren bakıyor, “1 cevapsız çağrı” ya da “1 yeni mesaj” yazısını gördüğümde ofluyordum.

Bazı zamanlarda ise; yalnızlıktan sıkılmaktan sıkıyordum, “biri aramış olsun” ümidiyle telefona bakıyordum. Çantanın ön gözünde unuttuğum telefonumu, “biri aramıştır” ümidiyle ararken, bulduğumda yaşayacağım hayal kırıklığından korkuyor, etrafımdaki arkadaşlardan şikayet edip, yalnız olmasam da kendimi bu konuda çaresiz, şanssız ve yeteneksiz hissediyordum.

Kısacası bir şekilde hep arada kalıyor, ne istediğim ve ne ile mutlu olabileceğim konusunda kısa süreli “git-gel”ler yaşıyordum. Bu kararsızlık ve ne istediğini bilememe durumu sonuç olarak; o an her nasılsam, tam zıttına ihtiyaç duymayla sonuçlanıyordu. Siz de tahmin edersiniz ki, bu da kronik mutsuzluğu garantileyen bir yol. Sürekli olmadığın gibi olma arzusu mutsuzluğun en büyük garantisi bekli de.

Ama artık ikisini bir arada yürütmeyi öğrendim sanırım. Ömrümü dönemsel olarak kısa periyodlarla, sosyal ve içe kapanık olmak üzere ikiye ayırmak, sürekli birinden birini özlemeye ve çaresizliğe sebep oluyordu. Artık hayatımı bu iki bakımdan birkaç haftalık periodlara bölmektense, gün içinde iki ruh halini de doyasıya yaşayabilmenin bir yolunu buldum. Sonuçta ikisine de ihtiyacım var. İkisi de benim iki ayrı yarım gibi. Biri gün ışığı, diğeri ise su gibi. İkisi de olmadan bir şekilde tutunamıyorum, sebepsizlik bile canımı sıkmak için yeterince mühim bir sebep olabiliyor böyle durumlarda. Artık aynı anda iki ihtiyacımı da karşılayabilmenin bir yolunu buldum, artık ne gerektiğinde dışarı çıkıp hayata karışmaya üşeniyorum, ne de açıp kalın bir kitabı okumaya. Üstelik bunu aynı gün içerisinde yapabiliyorum. Artık ikisinden birini seçmem gerekmiyor, çünkü ben ikisini de aynı anda idare etmeyi bir şekilde öğrendim. Peki artık mutlu muyum? Her şey çok mu güzel? Gerçekten bilmiyorum ama artık kendimi eskisi kadar suçlamıyorum, düşünmeye kalan zamanlarda da mutsuzluk için sebepler aramıyorum artık (yani çoğu zaman).

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Bir düşün, hayal et

Bir düşün, hayal et: İki yaşında bir sokak köpeği, sert görünüşlü ama aslen öyle değil, geceleri onlarca kez kavga etmiş, aç kalmış, çoğu insan itelemiş kovalamış, okşayıp sevenler de otuz saniye sonra başına son kez yumuşakça iki kere dokunup mutlu mesut hayatına geri dönmüş. Ondan nefret eden insanlar döverek ya da iteleyerek kendi hınçlarını, onu seven insanlar ise bir kaç saniye başını okşayarak kendi merhametlerini körüklemiş. Gördüğü tüm insanlar ya acıyarak bakmışlar ona, ya da nefret ederek. Anne sütü emdiği son günden beri uzun süredir boğazından temiz bir lokma geçmemiş. Kışın ortasında aç, yazın sıcağında susuz kalmış. Ona rağmen, tüm o yaşadıklarına rağmen bakışlarındaki o masum his hiçbir zaman nefrete dönüşmemiş. Alttan alttan utangaç bakışlarındaki hüzün hiç silinmemiş. Yaşadığı onca zor şeye rağmen nefretle değil, merhametle doldurmaya çalışmış içinde oluşan sevgisizlik temelli boşluğu.

Bir düşün, hayal et: Sonra sen geliyorsun, kışın soğuğun ortasında köpeği kucaklayıp arabana alıyorsun. Önce şaşkın nereye götürdüğünü tahmin etmeye çalışıyor, bu sürpriz onu biraz korkutuyor. Çünkü sürpriz kelimesini hep kötü bir şey olarak algılıyor, hayatında yaşadığı tüm sürprizler kötü sürprizler olduğu için. Eve getiriyorsun, önce duşa sokup yıkıyorsun, az biraz korkuyor hala. Sonra onu evde bırakıp pet shop’tan pahalı leziz köpek mamaları, vitaminler, oyuncaklar alıyorsun. Seni evde bekliyor, salonda şaşkın şaşkın etrafına bakarken anahtar sesinle irkiliyor. Gelip başını okşuyorsun, rahatlıyor, besliyorsun. Tüm gece televizyon izlerken eş zamanlı olarak onunla konuşuyorsun. Anlamaya çalışıyor, kafasını sağlı sollu çevirip, kulaklarını dikiyor. İçindeki kuşku sen konuştukça, sakin ses tonunla kulaklarını okşadıkça, gelecekle ilgili huzur dolu beklentilere dönüşüyor. Ve gece yatmadan kucaklıyorsun, yatakta yanına alıyorsun birlikte uyuorsunuz. Bir düşünsene; her gece, ertesi sabahı görüp görmeyeceğini bilemeyen bir hayvan, açlıktan mı soğuktan mı, kavgadan mı, belediye işçilerinden mi ya da sarhoş sürücülerden mi, ölümünün nereden ve ne zaman geleceğini bilemeyen, diken üstünde yaşayan bir hayvan bu gece sayende huzurla sıcacık bir yatakta uyuyor. Sana duyduğu merhameti ve şükranı bir düşünsene. Müteşekkir bakışlarını ve bunun sende yaratacağı huzur etkisini bir hayal etsene…

22 Mayıs 2012 Salı


Bugün kitaplarla ilgili yazacağım, bunu başkalarını eleştirmek için değil, tamamen kendimden yola çıkarak yapmaya çalışacağım. Kitaplarla ve “kitaplar en iyi arkadaşım” diyen insanlarla ilgili, dolaylı olarak, ben ve benim gibi hayallerinde yaşayan ve bugüne kadar hayalleriyle idare edebilen bu yüzden de gerçek hayatı bunun mümkün olduğunca dışında tutmaya çalışan insanlarla da ilgili. 

Kitapların amacını sorguladım hep… Kitaplarla arasına bilinçli olarak mesafe koyan ya da üşengeç olduğu için az kitap okuyan insanlar için, kitap okumanın amacının, boş zamanı doldurmak, ya da uyumaya çalışırken gözleri yormak suretiyle uykuya yaklaşmak olduğu çok açık. Kimi insanlar için ise tercihen ya da mecburen hayal dünyasında yaşamanın verdiği hayal malzemesi eksikliğini gidermektir bence kitap okumanın amacı. 

Bir başka sınıf var ki o da hayatı yaşamak için gerekli fırsatı henüz yakalayamadığını düşünen, bu yüzden çok kez hayatını ayaklarının altından kaydırmış insanların, yaşama zamanı geldiğinde sorunlara ya da insanlara hazırlıklı olmak için kullandıkları ders niteliğindeki bir kaynaktır kitap, sınırsız bir kaynaktır onlar için, değerlendirmesini bildikleri sürece. 

Şöyle ki aldığınız her kitapla en az 3-5 insan(roman karakteri) tanıyor, gözlemliyor ve sayısız durum karşısında bu kişilerin yaşadığı ikilemlerden çıkma yöntemlerini öğreniyoruz. Bu sayede  karakterimizin içine yüzlerce karakter sığdırabiliyoruz. Sırf bu aşırı yüklenme yüzünden, içimizdekileri sindirmek ve özetini çıkarmak için zaman zaman etraftan uzaklaşabiliyoruz ya da etrafımızı uzaklaştırabiliyoruz. Kısacası okuduğuz her kitapta riske girmeden, kaybetme korkusu olmadan, sorumluluk almadan, o roman kahramanının karakterine bürünüyoruz. Roman bittiğinde mutlu ya da mutsuz oluyoruz ama her ne olursa olsun içimizde bu durumun sorumlusu olmadığımızı biliyor olmanın rahatlığıyla bir başka kitabın siparişini veriyoruz. Hayatın ayaklarımızın altından kaydığını o kadar kolay unutuyoruz ki, hiçbir vicdan azabı duymuyoruz, duyduğumuz zamanlarda bile kendimizi değil başkalarını suçlayarak bu durumdan kolayca sıyrılıyoruz. “Beni sadece Sabahattin Ali ve Machado de Assis anlar” diyerek işin içinden rahatlıkla çıkıyor, üstüne bir de kendimizi özel ve anlaşılamaz kılarak kibirin doruklarına çıkıyoruz. Bu da yetmezmiş gibi hayatı ıskalamamızın, ataletin verdiği bir mecburiyet değil, bilgeliğin getirdiği bir tercih olduğuna sonuna kadar körü körüne inanıyoruz. 

Tüm bunları içimden gelerek yazıyorum ama gerçekten ben de aslında ne yapılması gerektiğini bilmiyorum. Kitaplarla ya da pencereden hayatınıza dahil olan, başkalarının hayatlarıyla aranıza nasıl bir mesafe koymanız gerektiğini ben de bilmiyorum.

20 Mayıs 2012 Pazar

Aslında insan kör bir koyun gibi. Özgürce koşuştururken, içinde bulunduğu çiftliğin çitlerine çarpmadan kendi sınırlarını göremiyor. Bazıları ise, sırf çitlere çarpmamak için sınırlarını keşfetmekten korkuyor. Ne koşabiliyor ne de hareket edebiliyor. Sınırları uçsuz bucaksız olsa da fark edemiyor, kendi kendini esir ediyor.

Meğer mutluluk, salıvermekten geçiyormuş. Demek nehrin akıntısına kapılmak, ölü yaprak misali rüzgar nereye savurursa oraya gitmek, önüne ne konursa onu yemek gibi durumlar acizliğin değil, mutlu olmayı bilmenin ya da öğrenmenin göstergesiymiş. Mutsuzluğun sahip olmak isteyip de olamadıklarımızdan kaynaklandığını düşündüğümüzde, belki de hiçbir şey istemeyip önümüze ne gelirse onu yaşamalıydık bunca zaman. Bunca yıl yırtınsak da, çabalasak da, ağlayıp sızlasak da, gene de önümüze geleni yaşamak zorunda kalmadık mı sanki. O zaman bu çaba, bu ümit neden? Değer miydi o hayaller bunca hayal kırıklığına?