22 Mayıs 2012 Salı


Bugün kitaplarla ilgili yazacağım, bunu başkalarını eleştirmek için değil, tamamen kendimden yola çıkarak yapmaya çalışacağım. Kitaplarla ve “kitaplar en iyi arkadaşım” diyen insanlarla ilgili, dolaylı olarak, ben ve benim gibi hayallerinde yaşayan ve bugüne kadar hayalleriyle idare edebilen bu yüzden de gerçek hayatı bunun mümkün olduğunca dışında tutmaya çalışan insanlarla da ilgili. 

Kitapların amacını sorguladım hep… Kitaplarla arasına bilinçli olarak mesafe koyan ya da üşengeç olduğu için az kitap okuyan insanlar için, kitap okumanın amacının, boş zamanı doldurmak, ya da uyumaya çalışırken gözleri yormak suretiyle uykuya yaklaşmak olduğu çok açık. Kimi insanlar için ise tercihen ya da mecburen hayal dünyasında yaşamanın verdiği hayal malzemesi eksikliğini gidermektir bence kitap okumanın amacı. 

Bir başka sınıf var ki o da hayatı yaşamak için gerekli fırsatı henüz yakalayamadığını düşünen, bu yüzden çok kez hayatını ayaklarının altından kaydırmış insanların, yaşama zamanı geldiğinde sorunlara ya da insanlara hazırlıklı olmak için kullandıkları ders niteliğindeki bir kaynaktır kitap, sınırsız bir kaynaktır onlar için, değerlendirmesini bildikleri sürece. 

Şöyle ki aldığınız her kitapla en az 3-5 insan(roman karakteri) tanıyor, gözlemliyor ve sayısız durum karşısında bu kişilerin yaşadığı ikilemlerden çıkma yöntemlerini öğreniyoruz. Bu sayede  karakterimizin içine yüzlerce karakter sığdırabiliyoruz. Sırf bu aşırı yüklenme yüzünden, içimizdekileri sindirmek ve özetini çıkarmak için zaman zaman etraftan uzaklaşabiliyoruz ya da etrafımızı uzaklaştırabiliyoruz. Kısacası okuduğuz her kitapta riske girmeden, kaybetme korkusu olmadan, sorumluluk almadan, o roman kahramanının karakterine bürünüyoruz. Roman bittiğinde mutlu ya da mutsuz oluyoruz ama her ne olursa olsun içimizde bu durumun sorumlusu olmadığımızı biliyor olmanın rahatlığıyla bir başka kitabın siparişini veriyoruz. Hayatın ayaklarımızın altından kaydığını o kadar kolay unutuyoruz ki, hiçbir vicdan azabı duymuyoruz, duyduğumuz zamanlarda bile kendimizi değil başkalarını suçlayarak bu durumdan kolayca sıyrılıyoruz. “Beni sadece Sabahattin Ali ve Machado de Assis anlar” diyerek işin içinden rahatlıkla çıkıyor, üstüne bir de kendimizi özel ve anlaşılamaz kılarak kibirin doruklarına çıkıyoruz. Bu da yetmezmiş gibi hayatı ıskalamamızın, ataletin verdiği bir mecburiyet değil, bilgeliğin getirdiği bir tercih olduğuna sonuna kadar körü körüne inanıyoruz. 

Tüm bunları içimden gelerek yazıyorum ama gerçekten ben de aslında ne yapılması gerektiğini bilmiyorum. Kitaplarla ya da pencereden hayatınıza dahil olan, başkalarının hayatlarıyla aranıza nasıl bir mesafe koymanız gerektiğini ben de bilmiyorum.

0 yorum:

Yorum Gönder