20 Mayıs 2012 Pazar

İstanbul'da bir gece


Kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitapevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültürevleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla Grande rue de pera, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın burası her gün, her an değişen, yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi. Caddeye girdiğiniz andan itibaren, insanların doğaçlama oynadıkları, bu komik, bu trajik, bu absürd, bu absürd ötesi oyunu izlemek mümkündü. Caddenin tek koşulu vardı sizin de oyuna katılmanız. Tıpkı yaşam gibi bu sahnede de kollarınızı kavuşturarak oturmanıza izin verilmezdi. Burada öyle bir büyü vardı ki, şu an benim yaptığım gibi olanları sadece izlemekle yetinseniz bile, oyunun bir parçası olmaktan kurtulamazdınız. Çünkü bu caddeye adım atmak, bu caddenin bir parçası olmayı kabul etmek demekti…

Geceki kalabalıktan eser yoktu. Evet, cadde hala nefes alıp vermeyi sürdürüyordu; manzaralar, sinemalar, dükkanlar, tiyatrolar, barlar, birahaneler artık kapanmış olsa da her yan ışıklar içindeydi. Garson mu, bodyguard mı, sivil polis mi, uyuşturucu satıcısı mı, orospu mu, pezevenk mi, sanatçı mı kim olduğunu kestiremediğim kadınlar, erkekler hala caddedeydi. Fakat ışıklı, çamurlu, dalgalı, nereye döküleceği belli olmayan bir nehre benzeyen, geceki kalabalık artık yoktu… 



Ve ben “hadi bana müsaade” diyerek kalktığım mekandan, ağır adımlarla Bostancı dolmuşlarına doğru yürümeye başladım. Baktığım her yerin titremesine, gözlerim önündeki bulutlara, nabzım her attığında beynime vurulan balyozlara rağmen, yukarısını taşımaktan bitap düşmüş dizlerimin güçsüzlüğüne rağmen, kısaca içtiğim onca içkiye rağmen, kulağımda, kulaklıktan sızmış nispeten normalden daha az olan taksim gürültüsüyle harmanlanmış bir en sevdiğim şarkı ve, beynimde “o”nun hayali ile devam ettim yukarı doğru yürümeye. Dolmuş duraklarına vardım, çok mu kısa çok mu uzun bir türlü anlamadığım bir süre içinde. Akm köpeklerine aldırmadım bile. Eve doğru gittiğimi biliyordum ama varmak istemiyordum. Ama elbet vardım ve hiçbir şey olmamış gibi uyanmak için her zamankinden farklı bir şekilde uyudum, düşünmeden, karanlıkta açık gözlerle hayal kurmadan, gece göreceğim rüyayı tahmin etmeye çalışmadan uyudum, sabah ayazının kasvetli aydınlığı ve titreten soğuğuna rağmen…

0 yorum:

Yorum Gönder