26 Haziran 2012 Salı

Bu yaz pastel tonlar moda


Hadi ya sahi mi? Kim veriyor kardeşim bu direktifleri. Bu yaz straplez bikininin moda olması insanları neden ilgilendiriyor. Klasik yaka bikini iğrenç ise neden zamanında giydiniz. Straplez bikini harika ise neden sadece şimdi giyiyorsunuz. İlla ki sizden başka birilerinde görmeniz mi gerekiyor o “tuhaf” ayakkabıyı giymeye cesaret bulabilmeniz için. Evet dostlar yanılmadınız. Ugg denen şu saçma ayakkabıdan bahsediyorum. Hani böyle kıyafet partisinde ayı kostumü giymişsiniz de, partiden apar topar çıkıp ayağınızdaki şeyleri çıkarmayı unutmuşsunuz izlenimi veren tuhaf cisimlerden (bakın ayakkabı demiyorum) bahsediyorum. Sahi onlar ne yani. Sırf rahat diye değer mi kendinize bunu yapmaya. Ama durun, kandırmayalım birbirimizi, onu giymenizin rahat olmasıyla uzaktan yakından alakası yok. Ve sakın bana çok güzel gözüküyor ondan giyiyorum demeyin. İki sene sonra, o iğrenç şeyin modası geçtiğinde hala giyiyorsanız onu sözüm yok tabii. O zaman gerçekten sevdiğiniz için giyiyorsunuz demektir (Ki bu ihtimali düşünmek dahi istemiyorum. Gerçi beni ilgilendirmez de…). Ama o zamana kadar gözümde sırf moda diye giyiyorsunuz, umrunuzda olmasa bile bunu belirtmek istedim.

Konu sadece kızlar alakalı değil elbet ki. Erkekler de bu moda tuzağına düşüyor. Mesela pembe rengi. Pembe kazak, pembe tişört, pembe gömlek… Madem bu kadar seviyordunuz bunları, neden bu zamana kadar giymediniz. Pembenin erkekler tarafından giyilmemesi gerektiği düşüncesi neden şimdiye kadar durdurdu sizi. Neden umursuyordunuz bunu ve şimdi neden erkeklerin pembe giydiğinde şık gözüktüğü yanılgısını umursuyorsunuz. Ben mi? Ben pembeden nefret ediyorum. Kızlarda da erkeklerde de. Eskiden de giymiyordum, erkekler tarafından giyilebilir olduğu algısı geliştiğinde de giymiyorum. Ve evet bana gelelim. Kısa kollu gömlek yakışmıyormuş öyle düşünüyor ya kızlar. Kimin umrunda? Ben kısa kollu gömleği seviyorum ve giyiyorum. Belki de kısa kollu gömleği beğenmeyen birine şık gözükmek gibi bir derdim olmadığı içindir. Ve bir yanılgı, daha doğrusu bir yaptırım daha: Beyaz çorap çok kıro. Bunu da umursamıyorum, siyah pantolon ve siyah gazelle‘lerimi giyip içine de beyaz çorap giymeyi çok seviyorum. Onlar üzerimdeyken kendimi iyi hissediyorum. Gerisi kimin umrunda? Benim bu gömleği, bu ayakkabıyı giymem, bunlarla kendimi iyi hissetmem benden başka kimin umrunda olmalı ki? Daha doğrusu bunları giymek için bir başkasının onayına ya da yol göstermesine neden ihtiyaç duyayım ki?

Neyse asıl karşı geldiğim şey moda değil, yani yalnızca o değil; insanların başkaları tarafından dayatılan şeyleri benimsemesi; sırf herkes öyle düşünüyor diye öyle düşünmesi. Mesela David Lynch filmleri; ben de seviyorum ama herkes seviyor diye değil. İnsanlar anlamlar katmaya bayılıyor oysa ben hiçbir şey anlayamadığım için seviyorum, zaman ve mekan kavramı kaybolduğu için. Yoksa çok derin bulduğum için değil. Bir şeyin anlaşılamaması ya saçmalık ya da dahilik olarak değerlendiriliyor ya ben işte buna karşıyım. Bir şeyi de anlamayın, bir şeye de anlam katmayın. Madem yönetmenlerden gidiyoruz; Tim Burton’dan bahsetmeden olmaz. Sevmiyorum kardeşim ben bu adamı, hani aslında seviyorum da neredeyse diğer herkesten sürekli adam hakkında abartılı sevgi ve övgü sözleri duyduğum için neredeyse gerçekten sevmeyeceğim filmlerini. Müzik konusunda da, Kings Of Convenience var mesela. Bir indie dinleyicisi de sevmesin kardeşim bu adamları. Yanlış anlamayın sevmenize laf yok, lafım herkes seviyor diye, sırf rengini belli etmek için dinlemediği halde grubun sayfasını “facebook”ta beğenenlere. Okumadığı kitabı “like”layanlar da var oraya hiç girmeyeyim.

Neyse bunlar zevk meselesi, karışamam, gerçi karışmıyorum sadece herkes sevdiği için sevildiğini iddia ediyorum küçük sayılmayacak bir kitle tarafından. Yoksa zevk meselesi, istersen en sevdiğin yönetmen İbrahim Tatlıses, en sevdiğin müzisyen Lady Gaga olsun bana ne. Demem o değil, neyse konumuza dönelim. Bir de herkes tarafından kabullenilmiş, ama neden kabullenildiği belli olmayan “gerçekler” var. Ben bunlara anonim gerçekler diyorum. Biri bunu ortaya atıyor, sonra herkes kabulleniyor ve halka mal oluyor. Halka mal olunca da herkes sırf onun için bile doğru buluyor. Misal, “yemek yapan erkek seksidir” ya da ne bileyim “Djarum içmek karizmatik bir şeydir” ya da “rakı içerken yabancı müzik dinlenmez” gibi. Ya tamam doğruluk payı olabilir de olmayabilir de konumuz o değil. Sadece bu saydıklarım bir kural mı? Kim koymuş, neden koymuş bu kuralı sorgulayan yok. Sorgulamadan inanıyoruz işte. Bilinç altımıza işlemiş, sanki düşünmüşüz de öyle kanıya varmışız gibi davranıyoruz.

Ana fikir mi? Ana fikir şu; başkalarıyla aynı şeyleri düşünmeyin demiyorum, ama sırf başkaları da öyle düşünüyor diye olmasın bu.

24 Haziran 2012 Pazar


Bazı sıkıntılar buz dolabından gelen ve kesildiği ana kadar varlığını fark edemediğimiz ve sustuğunda rahatladığımız uğultu gibi. Hani olur ya bazı dertleriniz vardır, sizi ne kadar sıktığını ancak her şey bittiğindeki rahatlığı hissettiğinizde anlarsınız. Bir şey içinizi sıkar, saatlerce başınız ağrır ama bu duruma öyle alışmışsınızdır ki buz dolabındaki o uğultu susmadan tüm bu baş ağrısının sebebini kavrayamazsınız. Bazı dertlerin ne olduğu ancak bittiğinde anlaşılır. Aslına bakarsanız benim içimi sıkan dertlerin çoğu da ancak halledildiğinde ya da kendi kendine zamanla asimile olduğunda fark edilen cinsten. Bazen içim sıkılıyor, sebepsiz yere hayattan soğuyorum. Bu durum bazen haftalar sürüyor, bazen bir kaç saat sıkıntımı atabilmeme yetiyor. Ama bu kontrolsüzlük bu sebepsizlik insanı çok yoruyor.

Misal; bir şeyler üzerimde stres yaptı diyelim ben bunu son ana kadar fark edemiyorum. Ne zaman ki gece yattığım yerde baş parmağım seyiriyor, ne zaman ki tırnağımı yerken parmağım kanıyor, ne zaman ki elimi saçıma attığımda bir tutam saç elimde kalıyor ve ne zaman ki gün içinde durup “şu an ne giydim, şu an üstümde ne var” gibi bir soruyu montumun fermuarını açmadan cevaplayamayacak kadar hayattan ve kendimden kopmuş oluyorum işte öyle zamanlarda anlıyorum ki gene bir buz dolabbı uğultusu var hayatımda. Ancak bir derdi çözmek bir yana, onun ne olduğunu bulmaya çalışmak insanı çok yoruyor. Hele ki aslında bir derdiniz olmadığını fark ettiğiniz andaki boşluk hissi, her şeyi anlamsızlaştırıyor. İnsanın moralini etkileyecek bir şeyin aslen değersiz olduğunu anladığı an mutlu edecek tüm o ayrıntılar da anlamsızlaşıyor bir anda.

22 Haziran 2012 Cuma

Buldum!


Ömrü boyunca arada kalmış, neyle mutlu olacağını bir türlü bulamamış, kendini bu konuda yeterince keşfedememiş biri olarak, bazen sosyallik, bazen ise asosyallik canımı sıkabiliyordu. Aynı şekilde bazen yalnız kalarak, migros’ta tek başıma kulağımda kulaklıkla alışveriş yaparak dünyanın en mutlu insanı olabilirken, bazen ise hareketli geçen bir taksim gecesi tüm dertlerimi unutturmaya yetebiliyordu ve ben o kafayla bir hafta boyunca boş zamanlarımla mücadele edebiliyordum.

Bazı zamanlarım oluyordu; insanlardan sıkıldığım, kalabalıktan kaçmak istediğim, toplu organizasyonlara gitmemek için bindir bahane uydurma gereksinimi duyduğum, evde oturup beş film art arda izleyerek, tek oturuşta bir kitap bitirerek tatmin olduğum zamanlardı bunlar. Telefonuma çok nadiren bakıyor, “1 cevapsız çağrı” ya da “1 yeni mesaj” yazısını gördüğümde ofluyordum.

Bazı zamanlarda ise; yalnızlıktan sıkılmaktan sıkıyordum, “biri aramış olsun” ümidiyle telefona bakıyordum. Çantanın ön gözünde unuttuğum telefonumu, “biri aramıştır” ümidiyle ararken, bulduğumda yaşayacağım hayal kırıklığından korkuyor, etrafımdaki arkadaşlardan şikayet edip, yalnız olmasam da kendimi bu konuda çaresiz, şanssız ve yeteneksiz hissediyordum.

Kısacası bir şekilde hep arada kalıyor, ne istediğim ve ne ile mutlu olabileceğim konusunda kısa süreli “git-gel”ler yaşıyordum. Bu kararsızlık ve ne istediğini bilememe durumu sonuç olarak; o an her nasılsam, tam zıttına ihtiyaç duymayla sonuçlanıyordu. Siz de tahmin edersiniz ki, bu da kronik mutsuzluğu garantileyen bir yol. Sürekli olmadığın gibi olma arzusu mutsuzluğun en büyük garantisi bekli de.

Ama artık ikisini bir arada yürütmeyi öğrendim sanırım. Ömrümü dönemsel olarak kısa periyodlarla, sosyal ve içe kapanık olmak üzere ikiye ayırmak, sürekli birinden birini özlemeye ve çaresizliğe sebep oluyordu. Artık hayatımı bu iki bakımdan birkaç haftalık periodlara bölmektense, gün içinde iki ruh halini de doyasıya yaşayabilmenin bir yolunu buldum. Sonuçta ikisine de ihtiyacım var. İkisi de benim iki ayrı yarım gibi. Biri gün ışığı, diğeri ise su gibi. İkisi de olmadan bir şekilde tutunamıyorum, sebepsizlik bile canımı sıkmak için yeterince mühim bir sebep olabiliyor böyle durumlarda. Artık aynı anda iki ihtiyacımı da karşılayabilmenin bir yolunu buldum, artık ne gerektiğinde dışarı çıkıp hayata karışmaya üşeniyorum, ne de açıp kalın bir kitabı okumaya. Üstelik bunu aynı gün içerisinde yapabiliyorum. Artık ikisinden birini seçmem gerekmiyor, çünkü ben ikisini de aynı anda idare etmeyi bir şekilde öğrendim. Peki artık mutlu muyum? Her şey çok mu güzel? Gerçekten bilmiyorum ama artık kendimi eskisi kadar suçlamıyorum, düşünmeye kalan zamanlarda da mutsuzluk için sebepler aramıyorum artık (yani çoğu zaman).

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Bir düşün, hayal et

Bir düşün, hayal et: İki yaşında bir sokak köpeği, sert görünüşlü ama aslen öyle değil, geceleri onlarca kez kavga etmiş, aç kalmış, çoğu insan itelemiş kovalamış, okşayıp sevenler de otuz saniye sonra başına son kez yumuşakça iki kere dokunup mutlu mesut hayatına geri dönmüş. Ondan nefret eden insanlar döverek ya da iteleyerek kendi hınçlarını, onu seven insanlar ise bir kaç saniye başını okşayarak kendi merhametlerini körüklemiş. Gördüğü tüm insanlar ya acıyarak bakmışlar ona, ya da nefret ederek. Anne sütü emdiği son günden beri uzun süredir boğazından temiz bir lokma geçmemiş. Kışın ortasında aç, yazın sıcağında susuz kalmış. Ona rağmen, tüm o yaşadıklarına rağmen bakışlarındaki o masum his hiçbir zaman nefrete dönüşmemiş. Alttan alttan utangaç bakışlarındaki hüzün hiç silinmemiş. Yaşadığı onca zor şeye rağmen nefretle değil, merhametle doldurmaya çalışmış içinde oluşan sevgisizlik temelli boşluğu.

Bir düşün, hayal et: Sonra sen geliyorsun, kışın soğuğun ortasında köpeği kucaklayıp arabana alıyorsun. Önce şaşkın nereye götürdüğünü tahmin etmeye çalışıyor, bu sürpriz onu biraz korkutuyor. Çünkü sürpriz kelimesini hep kötü bir şey olarak algılıyor, hayatında yaşadığı tüm sürprizler kötü sürprizler olduğu için. Eve getiriyorsun, önce duşa sokup yıkıyorsun, az biraz korkuyor hala. Sonra onu evde bırakıp pet shop’tan pahalı leziz köpek mamaları, vitaminler, oyuncaklar alıyorsun. Seni evde bekliyor, salonda şaşkın şaşkın etrafına bakarken anahtar sesinle irkiliyor. Gelip başını okşuyorsun, rahatlıyor, besliyorsun. Tüm gece televizyon izlerken eş zamanlı olarak onunla konuşuyorsun. Anlamaya çalışıyor, kafasını sağlı sollu çevirip, kulaklarını dikiyor. İçindeki kuşku sen konuştukça, sakin ses tonunla kulaklarını okşadıkça, gelecekle ilgili huzur dolu beklentilere dönüşüyor. Ve gece yatmadan kucaklıyorsun, yatakta yanına alıyorsun birlikte uyuorsunuz. Bir düşünsene; her gece, ertesi sabahı görüp görmeyeceğini bilemeyen bir hayvan, açlıktan mı soğuktan mı, kavgadan mı, belediye işçilerinden mi ya da sarhoş sürücülerden mi, ölümünün nereden ve ne zaman geleceğini bilemeyen, diken üstünde yaşayan bir hayvan bu gece sayende huzurla sıcacık bir yatakta uyuyor. Sana duyduğu merhameti ve şükranı bir düşünsene. Müteşekkir bakışlarını ve bunun sende yaratacağı huzur etkisini bir hayal etsene…

22 Mayıs 2012 Salı


Bugün kitaplarla ilgili yazacağım, bunu başkalarını eleştirmek için değil, tamamen kendimden yola çıkarak yapmaya çalışacağım. Kitaplarla ve “kitaplar en iyi arkadaşım” diyen insanlarla ilgili, dolaylı olarak, ben ve benim gibi hayallerinde yaşayan ve bugüne kadar hayalleriyle idare edebilen bu yüzden de gerçek hayatı bunun mümkün olduğunca dışında tutmaya çalışan insanlarla da ilgili. 

Kitapların amacını sorguladım hep… Kitaplarla arasına bilinçli olarak mesafe koyan ya da üşengeç olduğu için az kitap okuyan insanlar için, kitap okumanın amacının, boş zamanı doldurmak, ya da uyumaya çalışırken gözleri yormak suretiyle uykuya yaklaşmak olduğu çok açık. Kimi insanlar için ise tercihen ya da mecburen hayal dünyasında yaşamanın verdiği hayal malzemesi eksikliğini gidermektir bence kitap okumanın amacı. 

Bir başka sınıf var ki o da hayatı yaşamak için gerekli fırsatı henüz yakalayamadığını düşünen, bu yüzden çok kez hayatını ayaklarının altından kaydırmış insanların, yaşama zamanı geldiğinde sorunlara ya da insanlara hazırlıklı olmak için kullandıkları ders niteliğindeki bir kaynaktır kitap, sınırsız bir kaynaktır onlar için, değerlendirmesini bildikleri sürece. 

Şöyle ki aldığınız her kitapla en az 3-5 insan(roman karakteri) tanıyor, gözlemliyor ve sayısız durum karşısında bu kişilerin yaşadığı ikilemlerden çıkma yöntemlerini öğreniyoruz. Bu sayede  karakterimizin içine yüzlerce karakter sığdırabiliyoruz. Sırf bu aşırı yüklenme yüzünden, içimizdekileri sindirmek ve özetini çıkarmak için zaman zaman etraftan uzaklaşabiliyoruz ya da etrafımızı uzaklaştırabiliyoruz. Kısacası okuduğuz her kitapta riske girmeden, kaybetme korkusu olmadan, sorumluluk almadan, o roman kahramanının karakterine bürünüyoruz. Roman bittiğinde mutlu ya da mutsuz oluyoruz ama her ne olursa olsun içimizde bu durumun sorumlusu olmadığımızı biliyor olmanın rahatlığıyla bir başka kitabın siparişini veriyoruz. Hayatın ayaklarımızın altından kaydığını o kadar kolay unutuyoruz ki, hiçbir vicdan azabı duymuyoruz, duyduğumuz zamanlarda bile kendimizi değil başkalarını suçlayarak bu durumdan kolayca sıyrılıyoruz. “Beni sadece Sabahattin Ali ve Machado de Assis anlar” diyerek işin içinden rahatlıkla çıkıyor, üstüne bir de kendimizi özel ve anlaşılamaz kılarak kibirin doruklarına çıkıyoruz. Bu da yetmezmiş gibi hayatı ıskalamamızın, ataletin verdiği bir mecburiyet değil, bilgeliğin getirdiği bir tercih olduğuna sonuna kadar körü körüne inanıyoruz. 

Tüm bunları içimden gelerek yazıyorum ama gerçekten ben de aslında ne yapılması gerektiğini bilmiyorum. Kitaplarla ya da pencereden hayatınıza dahil olan, başkalarının hayatlarıyla aranıza nasıl bir mesafe koymanız gerektiğini ben de bilmiyorum.

20 Mayıs 2012 Pazar

Aslında insan kör bir koyun gibi. Özgürce koşuştururken, içinde bulunduğu çiftliğin çitlerine çarpmadan kendi sınırlarını göremiyor. Bazıları ise, sırf çitlere çarpmamak için sınırlarını keşfetmekten korkuyor. Ne koşabiliyor ne de hareket edebiliyor. Sınırları uçsuz bucaksız olsa da fark edemiyor, kendi kendini esir ediyor.

Meğer mutluluk, salıvermekten geçiyormuş. Demek nehrin akıntısına kapılmak, ölü yaprak misali rüzgar nereye savurursa oraya gitmek, önüne ne konursa onu yemek gibi durumlar acizliğin değil, mutlu olmayı bilmenin ya da öğrenmenin göstergesiymiş. Mutsuzluğun sahip olmak isteyip de olamadıklarımızdan kaynaklandığını düşündüğümüzde, belki de hiçbir şey istemeyip önümüze ne gelirse onu yaşamalıydık bunca zaman. Bunca yıl yırtınsak da, çabalasak da, ağlayıp sızlasak da, gene de önümüze geleni yaşamak zorunda kalmadık mı sanki. O zaman bu çaba, bu ümit neden? Değer miydi o hayaller bunca hayal kırıklığına?

O sımsıkı sarıldığımız hüzünlerimiz de, mutluluklarımız kadar yalan bu hayatta. Mutluluk da mutsuzluk da sandığımız kadar sağlam temellere dayanmıyor. Eğer ki, bir gün mutlu bir gün mutsuz olabiliyorsak, güzel bir uyku dünü bize unutturabiliyorsa, her an reset atılmış bilgisayar gibi baştan açıp kapayabileceksek ruh halimizi sebepsiz yere, her şey yalan bu hayatta. Madem her türlü anlamsız ve boş hayatımız, bırakalım da hayatımızdaki tek yalan mutluluk olsun, diğer yalanları çıkaralım aradan. Güneş hep yukarıda, bazen araya gri bulutlar girebiliyor, hepsi bu.

“Eklenecek bir şey kalmadığı zaman değil de, çıkarılacak bir şey kalmadığı zaman mükemmelliğe ulaşılıyor” demiş Antonie de Saint-Exupéry. Belki de mutlu olmak için hayatımıza birilerini eklemek değil de, gereksiz insanları çıkarmamız gerekiyor. Kulağa acımasız geliyor, ama gerçekte acınası bir halde olmaktan daha iyidir.

Aynı yalnızlık; tercih olduğunda mutlu ederken, zorunluluk olduğunda ızdırap veriyor. Mantarlı, pepperonili pizzayı sadece canınız istediğinizde yemelisiniz, o önünüze zorla konulduğunda değil. Böyle düşününce karşınıza çıkanın ne olduğu değil, ne zaman geldiği belirleyici oluyor mutlu olmanız konusunda. Belkide bunun için ne zaman mutlu olacağımızı bilemiyoruz, çünkü ne de olsa bir kitapta da geçtiği gibi; yalnızca çocuklar ne istediğini biliyor.


Ne zaman bir yaz akşamı, sessiz, rüzgârsız, dingin bir gecede gri yağmur bulutlarından arınmış tertemiz bir gökyüzüne baksam, o sayısız yıldızların olduğu baş döndürücü görüntüyü her gördüğümde içim huzurla dolar.

Bir kez daha gökyüzüne bakmak aklıma geldiği için kaderime şükrederim ve bir kez daha tertemiz bir gökyüzü sunduğu için evrene tebessüm ederim. Bazı geceler gri buhran bulutları yüzünden baksak da göremiyor, bazı geceler ise yaşayabilmemize vesile olması uğruna zaman harcadığımız ama aslen bize yaşadığımızı unutturan, başkalarının iş-güç gibi birbirinden gereksiz zaman kayıpları yüzünden gökyüzüne bakmayı unutuyoruz. Sebepleri değişiyor ama pek az gece yıldızlara bakmak aklımıza geliyor. Şahsen ben yıldızlara her baktığımda nasıl oluyor da bunca zamandır bakmadığıma ya da görmediğime şaşırıyorum tertemiz ışıldayan gökyüzünü.

Bu gece tekrar aklıma düştü yıldızlara bakmak, Caddebostan sahilde çimlerde oturuyordum. Yanımda bir şişe kırmızı şarap çimler üstünde müzik keyfi. O an “yalnız başıma dışarı çıkmayalı baya oldu” diye iç geçirip “bunu daha sık tekrarlamalıyım” diye de ekliyorum üstüne. Şarabımın 4de 3ü bitmiş şişeye bakınca görüyorum. Tam da o an gecenin ve şarabın en keyifli noktalarına yaklaştığımı anımsayıp, ensemi avuçlarım içerisine alacak şekilde sırtüstü çimlere uzanıyorum. Başım çok yavaş da olsa dönmeye başlamış, ama durun! Odaklanmamı daha da hak eden bir durum var, o da şu ki; işte üst paragrafta hissettiğim farkındalık, ne kadar uzun süredir yıldızlara bakmadığım daha doğrusu görmediğim gerçeğiyle yüzleşiyorum. Ve evet o an aklıma tek bir şey geliyor, yıldızlar aklımda gene aynı soruyu tekrar sordurtuyor kendime. O soru şu:

“Hayatımın kadını şu an nerede, ne yapıyor, acaba o da yıldızlara bakıyor mu, acaba o da beni düşünüyor mu?” Garip… Tanımadığım ama elbet tanıyacağım kişinin kim olduğunu değil, nerede ne yaptığını daha çok merak ediyorum. Kim olduğunu bilmiyorum, merak da etmiyorum çünkü onun kim olduğunu hayal etmeye çalışmak, onun da şu an yıldızlara baktığını hayal etmekten daha az cazip geliyor. Bilmiyorum aynı tuhaf huy sizde de var mı? Ama ne zaman yıldızlara baksam, aklıma hep henüz karşıma çıkmamış hayatımın aşkı ve onun da benle aynı anda yıldızlara bakma ihtimali ile ilgili sorular ilişiyor. Bilemiyorum, tanımadığımız ama tanıyacağımızı bildiğimiz biri ile ilgili hayal kurmak çok cazip geliyor, tüm o yüklediğimiz yoğun anlamlara rağmen bizi hayalkırıklığına uğratmayacak tek insanın o olması konusundaki umutlarımızı, kurduğumuz hayallerle daha da güçlendirmeye çalışmak çok mutlu ediyor.  Umut etmek, belki de ilk kez bu kadar umut veriyor.

İki şey için pişmanlık duyarız geçmişle ilgili. Biri yaptığımız bir şey için, diğeri ise yapmadığımız bir şey için. Ahmaklık derecesinde korkak insanlar yapmadıklarıyla ilgili pişmanlık duyarlar, ahmaklık derecesinde cesur insanlar ise yaptıkları ile ilgili pişmanlık duyarlar. Korkak ahmaklar, bir şeyi yapmadan önce çok fazla düşündükleri için yapamazlar ve pişman olurlar. Cesur ahmaklar ise bir şeyi yapmadan önce hiç düşünmedikleri için yaptıktan sonra düşünmek zorunda kalırlar, ama pişmanlıkla dolu bir düşüncedir bu.


Her insan anlaşılmak ister. Bazısı daha az kişi tarafından anlaşılabilir olmayı “derinlik” olarak niteler, bazısı ise daha fazla kişi tarafından anlaşılabilmeyi sosyal becerilerine ve kıvrak zekâsına mal eder. Kimisi inkâr eder ama herkes anlaşılmak ister. Şaşırtıcıdır ki kendini anlaşılabilecek biri yapmaktansa kendini anlayabilecek birilerini bulmaya çalışıp da, bulamadığında kendini değil insanları suçlamak daha kolay gelir. Belki de bu yüzden erken pes eder hemen sırt çeviririz insanlara.

İnsanlar bize yetmediğinde, şarkılara, filmlere, kitaplara, resimlere, dizilere yöneliriz. Bizi bir tek onların anlayabildiğini düşünür yalnızlığımızı onlarla gidermeye çalışırız. Dış dünyadan gelecek gereksiz insanlara katlanmamıza gerek yoktur artık, artık daha özgür olabileceğizdir bu sayede. Ancak bazen unutsak da, o kendimizi içine verdiğimiz diziler, filmler, kitaplar, şarkılar hep o sırf çevirdiğimiz insanlık tarafından üretilmişlerdir. Şu dünyada herkesi anlayabilecek birileri var, en anlaşılamaz olduğunu düşünenleri bile. Bulamıyor olmamız olmadıkları anlamına gelmiyor, sadece var olduklarını bilmek yetmese de, tesadüfen yalnızız aslında, bunu bilmek yetiyor.

Herkes farklı olmak istiyor. Herkes kendisinin, başkaları tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir cevher olduğuna inanmak istiyor. Kıymeti bilinemeyen biri olma hissiyatı, ancak elbet hak ettiği değeri görecek biri olma umudu gün yüzüne çıktığında yerini memnuniyete bırakabiliyor. Herkes farklı olmak istiyor, ancak çoğu bilmiyor; farklı olmak için aynılaşan insanlar arasında farklı olabilmenin tek yolunun “kendin” olmaktan geçtiğini.


Sevgi, aşk, nefret, sadakat, bunaltı, bulantı… Bunlar üzerine peşin konuşulmaması, hakkında gelecekle ilgili söz verilmemesi ve beklenti yarattırılmaması gereken şeyler. Hiçbir şey zamanın üzerindeki etkisini silip atacak kadar güçlü değil. Eğer bir sabah kalktığımızda “dün gece ne salaktım ya” diyebiliyorsak, kendimiz bile bu kadar hızlı değişebiliyorsak, başkalarına bu kadar kolay güvenmek, içimizi dışa açmak neden?

Hayat “bugün al yarın öde” mantığıyla işliyor(aslında işlemiyor), bizler ise bugün bizden alınanların gelecekte karşılığını alacağımıza ne kadar kolay aldanıyoruz. Sonrada bir çırpıda indirdiğimiz duvarlarımızdan, üzerimize çığ düşünce kendimizi değil başkalarını suçlayıp rahatlıyoruz, kendimizi sevmeye devam etmek için.

İstanbul'da bir gece


Kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitapevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültürevleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla Grande rue de pera, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın burası her gün, her an değişen, yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi. Caddeye girdiğiniz andan itibaren, insanların doğaçlama oynadıkları, bu komik, bu trajik, bu absürd, bu absürd ötesi oyunu izlemek mümkündü. Caddenin tek koşulu vardı sizin de oyuna katılmanız. Tıpkı yaşam gibi bu sahnede de kollarınızı kavuşturarak oturmanıza izin verilmezdi. Burada öyle bir büyü vardı ki, şu an benim yaptığım gibi olanları sadece izlemekle yetinseniz bile, oyunun bir parçası olmaktan kurtulamazdınız. Çünkü bu caddeye adım atmak, bu caddenin bir parçası olmayı kabul etmek demekti…

Geceki kalabalıktan eser yoktu. Evet, cadde hala nefes alıp vermeyi sürdürüyordu; manzaralar, sinemalar, dükkanlar, tiyatrolar, barlar, birahaneler artık kapanmış olsa da her yan ışıklar içindeydi. Garson mu, bodyguard mı, sivil polis mi, uyuşturucu satıcısı mı, orospu mu, pezevenk mi, sanatçı mı kim olduğunu kestiremediğim kadınlar, erkekler hala caddedeydi. Fakat ışıklı, çamurlu, dalgalı, nereye döküleceği belli olmayan bir nehre benzeyen, geceki kalabalık artık yoktu… 



Ve ben “hadi bana müsaade” diyerek kalktığım mekandan, ağır adımlarla Bostancı dolmuşlarına doğru yürümeye başladım. Baktığım her yerin titremesine, gözlerim önündeki bulutlara, nabzım her attığında beynime vurulan balyozlara rağmen, yukarısını taşımaktan bitap düşmüş dizlerimin güçsüzlüğüne rağmen, kısaca içtiğim onca içkiye rağmen, kulağımda, kulaklıktan sızmış nispeten normalden daha az olan taksim gürültüsüyle harmanlanmış bir en sevdiğim şarkı ve, beynimde “o”nun hayali ile devam ettim yukarı doğru yürümeye. Dolmuş duraklarına vardım, çok mu kısa çok mu uzun bir türlü anlamadığım bir süre içinde. Akm köpeklerine aldırmadım bile. Eve doğru gittiğimi biliyordum ama varmak istemiyordum. Ama elbet vardım ve hiçbir şey olmamış gibi uyanmak için her zamankinden farklı bir şekilde uyudum, düşünmeden, karanlıkta açık gözlerle hayal kurmadan, gece göreceğim rüyayı tahmin etmeye çalışmadan uyudum, sabah ayazının kasvetli aydınlığı ve titreten soğuğuna rağmen…


Eskiden aşkın iki mutsuzluk arasında geçen harika zaman aralığı olduğunu düşünürdüm. Şimdi aşık değilim ama mutluyum. Üstelik aşık olmadığım için mutluyum. Şimdi anlıyorum ki aşk her zaman mutluluğu getirmiyor. Kısa vadede getirse de uzun vadede aşkın getirisini hepimiz biliyoruz. Sadece ne kadar sürdüğü kişisine göre değişiyor.

Aşkı mutluluk, yalnızlığı ise mutsuzlukla özdeşleştirirdim hep. Şimdi ise aşık da değilim mutsuz da, hem yalnızım hem mutlu. Mutsuzluk, mutlu olmak için sebep ararken karşımıza çıkıyor. Onun için belki de mutlu olmak için sebep aramak yerine azıyla yetinmeyi bilmeli.
Neden bilmiyorum ama mutluyken, daha fazla mutlu olmak için sebepler arayıp mutsuz oluyoruz, mutsuzken ise bu durumu değiştirip mutlu olmaya çalıştıkça daha da mutsuzlaşıyoruz, sahip olamadıklarımıza odaklandığımız için.

İki duygu halini de doyasıya yaşamış biri olarak, şahsi fikrim azıyla yetinmeyi öğrenmekten yana. Sürekli daha fazla mutluluk aramak ile mutsuzluğa anlam katmaya çalışıp bundan zevk almaya çalışmak aynı kapıya çıkıyor. Kısaca demem odur ki mutluluğa sebep ararken mutsuz oluyoruz, bence en gerçek mutluluk sebepsiz mutluluk. Sebepsizlik bağımsızlık demek. Ve dışa bağımsızlık içe özgürlüğü getirebiliyor, böylece siz de nasıl isterseniz öyle bakabiliyorsunuz hayata. Ruh halinizle ilgili bahaneler üretmeye gerek kalmıyor böylelikle.

Kimileri mutsuzlukla beslenir

Kimi insanlar mutsuzlukla beslenir. Ben de onlardan biriyim sanırım. Yazmak düşünmek, çizmek, okumak, dinlemek, söylemek, konuşmak ya da susmak... Bu sadıklarımın hiçbirini yaparken bir şey hissetmiyorum. Bir zamanlar hayatımın anlamı ilan ettiğim mutsuzluk bile yok artık. Sanırım en kötüsü ortada kalmak. Mutlu olmak kimseyi umursamamayı sağlıyor sadece sizi mutlu eden sebebe tutunup hayatta kalabiliyorsunuz, mutsuzluk da öyle o da umursamazlığı getiriyor. Sizi mutsuz eden sebeplerden başka bir şey düşünmüyorsunuz, düşünmek de istemiyorsunuz başka bir şey. Sebepleriniz sizi yeterince işgal ve meşgul ediyor. Mutsuzlukla gelen bu meşguliyet sizi üretkenleştirebiliyor. Son bir yıldır mutsuz değilim, mutlu da değilim. Ve belki de bu yüzden ne yazmak, ne okumak, ne dinlemek, ne konuşmak… hiç birini yapmak istemiyorum. Sanırım en kötüsü ortada olmak, ne siyah ne de beyaz kalabilmek, gri olmak. Uzaktan, siyah da zannediliyorsunuz beyaz da. Aynaya baktığınızda nerede olduğunuzu bilemiyorsunuz. Arada kalmak bir yere ait olamamak demek bence.

Yaşamaktan ziyade yaşayanları izliyormuşum gibi hissediyorum. İsteklerimi erteliyorum sürekli. İstediğim ne varsa nasıl olsa bir süre sonra sahip olurum yalanıyla geçiriyorum, daha doğrusu geçiştiriyorum bugünü. Ama yarın bugün oluyor, bugün ise dün, fakat bir bakmışım ki hala istediğim yerde değilim, istediğim insanlarla değilim ya da istediğim kişi değilim hala.

Denedim birçok kez, “bugün başlamayan iş yarına bitemez” lafının gazıyla giriştiğim her iş yarına varmadan yarım kaldı nedense. Bazen iç, bazen dış sebepler yüzünden hayalin gerçekliğine inanmak zorunda kaldım, bununla idare etmek zorunda kaldım. Oysa ki en güzel hayal bile basit bir gerçeğin size hissettirdiği doymuşluğu hissettiremiyor. Bir de zamanla hayallerin küçülmesi var tabii. Bar taburesinde, hayatı yüzeyden yaşayan insanlardan tavsiye almak bile katlanılabilir birşey ama, hayallerimin bile küçülmeye başlaması korkutmaya başladı beni. Sahip olduğum tek şey onlar. Biliyorum onlar da bitecek yakında bu yazıyı bile zor yazabiliyor olmam bunun en büyük ispatı belki de.

Bir zamanlar parmaklarım klavye üzerinde kayardı on dakika sonra okuduğumda “bunu ben mi yazdım” dediğim yazılar yazardım. Ancak şimdi tüm üretkenliğim bitmiş gibi hissediyorum. Belki de bu yüzden basit bir günlük yazısını yaratıcılığımın son çırpınışları olarak görecek kadar önemsiyorum. Demem odur ki mutsuzluk da, mutluluk da lazım hayatta ama ikisinin arasında hayata hipnotize olmak sanırım en kötüsü. Konuşacak, yazacak hiçbir şeyim yokmuş gibi hissediyorum. Sanki bu kadar yaşadığımdan hiçbir şey öğrenmemiş gibiyim. Belki de eskiden anlamlandırmaya çalıştığım mutsuzluk yalandı ve ben belki geçmişten çok şey öğrendiğim için şuan mutsuz değilimdir.

Peki bu hissiyat nedir? Madem mutsuz değilim, mutlu olmam gerekmez mi? Ama mutlu da değilim ki. Sanırım bu ortada kalış mutsuz olmaktan bile kötü. Mutsuzken en azından bir amacım vardı. Mutlu olmak… Fakat şimdi mutlu olmak adına hayalini kurduğum hiçbir şey yok. Ömrüm üzerime verilmiş bir yük gibi. Sona erdirip gideceğim yere gidecekmişim gibi hissediyorum. Ama burası uzaklaşmam gereken yer değil de kalmam gereken yer değil mi? Hayattan zevk almaya çalışmaktan başka ne olabilir ki hayatın amacı. Hayatın amacını bulmaya çalışırken, as olan amacı ıskalamıyor muyum sanki. Önemsediğim, kendimce büyüttüğüm dertlerim mutluluğa giden yol üzerinde aldatıcı seraplar değil mi. Gerçeği bilmeme rağmen neden mutlu olmak için hiçbir şey yapmıyorum. Yoksa aksini iddaa ettiğim halde her zaman yaptığım gibi ayağıma mı bekliyorum mutluluğu. Sanırım yaptığım tam olarak bu. Biliyorum bir an önce ayağa kalkmam gerekiyor. Yapmam gereken, ne yapmam gerektiğini düşünmek değil, sadece bir şeyler yapmak. Doğru olup olmadığını düşünmeksizin denemek sadece.

Ama yorgunum, bunca zaman dinlenebilirdim, ama dinlenmek de istemiyorum, çünkü dinlenirsem tekrar yorulacağımı biliyorum. Onun için, mutluluğu ve mutsuzluğu reddediyorum, umursamazlığı ve arada kalmayı seçiyorum. İstediğim için değil, mecbur kaldığım için.

Hayatımı anlamlı sanırdım dünya için de, benim için de. Ama artık dünya da ben de umursamıyoruz birbirimizi. Birbirini sevmeyen ev sahibi ve kiracı gibiyiz dünya ile. İkimiz de zorunluluktan katlanıyoruz birbirimize. Kontratın bitmesini bekliyoruz ikimiz de. Ölmekten korkmamak için yeni bir sebep daha. Belki de sadece bana uzak olduğunu tahmin ettiğim için bu kadar küçümsüyorum ölmeyi ve yaşamayı. Ama eskisi kadar korkmuyorum ölmekten.

Az içki, çok bulaşık

Yalnızlık tanımlarını yapmaya başlamışsan kendince, yalnızlığın zevkli yanlarını öğrenmeye başlıyorsun demektir. Kimseye hesap verme gereksinimi duymadan saçma cümleler üretmek, yalnızlığın pozitif bir getirisi elbette. Düşünmeye çok daha fazla zamanın var artık. Ne düşüneceğin sana bağlı. Bu değil, bundan önceki yıkık hayallerinden neler öğrendiğine bağlı. Karşına çıkacak hiçbir zorluk bir öncekinden kolay olmuyor maalesef. Hayat kırk beş derece eğimle geçiyor sürekli, ya aşağıya ya yukarıya doğru. Şimdiki hep bir öncekinden zor oluyor, bir sonrakinden de kolay. Bunu bilmek bile rahatlatamayabiliyor seni. Sevdiğin herkes bir şekilde aldatmışsa seni, yalnızlıktan kaçamaz hale geliyorsun. Birlikte her şeyin üstesinden gelirim dediğin arkadaşların bile artık soyutlaşmışsa etrafında, kendini herkese, herkesi kendine yabancılaştırıyorsan yalnızlık budur işte. Sevgiliden ayrılmak, dilini bile bilmediğin bir ülkede yaşamak ya da minibüsün en arka dörtlü sırasında tek başına oturmak değil yalnızlık.

Daha çok sayıda boş içki şişesi, daha az sayıda kirli bardaktır bence yalnızlık. Nerede olduğun değil, nerede olamadığındır içini daha çok acıtan. Ömrün kışa girmiştir artık, leyleklerin terk ettiği yazlık evin kış yalnızlığına bile üzülürken bulursun kendini sırf kendinle özdeşleştirdiğin için. Uyumaktan korkarsın artık, gerçekte göremediklerini rüyanda görmekten korktuğun için. Uykunun maksimum son on beş saniyesinde gördüğün rüya, uyanık geçirmek zorunda olduğun minimum on beş gününü etkiler. Silgin, kaleminden önce tükendiyse hakettin sen bunu, az bile!

Teşekkürler

Mutluluk; iki mutsuzluk arasında arda kalan zamandaki deşarj olma, enerji depolama molası hayatımızda. Bir sonraki acıların üstesinden gelmemiz için etkisi erken geçen ve hızlı tesir eden etkili bir doping kıymetini bilene. Mutsuzluk ise mutluğu bekleme sebebi, mutluluğun özlenilen ve kıymetli bir şey olmasındaki en büyük etken. Bir önceki mutluluk bir sonraki mutsuzluğu tetiklerken, bir sonraki mutsuzluk bir önceki mutluluğu gölgeliyor. Bizler ise kelebek kadar kısa ömürlü olduğunu bile bile kucak açıyoruz mutluluğa. Kapının ardındaki mutsuzluğu görmezden gelip daha da bir bağlanıyoruz. Ebedi olacağını sanıp edebi oluveriyoruz bir anda. Geleceğe ümit bağlamak için, geçmişten çıkardığımız dersleri unutuveriyoruz biranda. Güveniveriyoruz hayallerimize, gerçek olacaklarmış gibi hiç bitmeyeceklermiş gibi kucaklıyoruz onları. Ancak sonra uzayan her rüya gibi acı veriyor geçici mutluluklarımız, gerçeklere uyandığımızda.

Anladım ki mutluluk kalıcı olduğunu düşünmeye başladıktan sonra git gide tehlikeli bir hal alıyor günden güne, ama gene de inanmaktan bağlanmaktan alamıyorsunuz kendinizi. “Bu sefer olacak”, “bu farklı”, “bundan sonra her şey farklı olacak” gibi cümleleri benimsemek için geçmişinize, sizi siz yapan hayal kırklıklarından çıkardığınız derslere bir anda ihanet ediyorsunuz.

Ama gün geliyor iç sesiniz “ben demiştim” diyor size. Yüz çevirdiğiniz kendi karanlık benliğinize geri dönüyorsunuz, isteseniz de istemeseniz de. Ancak sandığınız kadar iyi karşılamıyorsunuz kendinizce. Suçluluk duygusu her şeyin önüne geçiyor, kendinizden şüphe etme durumu yıllar sonra tekrar baş gösteriyor.

Şimdi her şey eskisi gibi ve ben aslında çok da şikayetçi değilim. Hayatımın kısa süreli sayıca çoklu tekrardan oluşan bir döngü içinde olduğunu geç de olsa öğrendim. Umursamazlığın verdiği bir mutluluk hakim. Şimdi anlıyorum ki belki de en gerçek mutluluk sebepsiz mutluluk. Elinde yeterli malzeme yokken, harikalar yaratan maharetli bir aşçı gibi hissediyorum kendimi. Hak edilmiş mutluluk bu işte. Gülmeye sebep yokken gülebilmek, gerçekten gülebilmek. Geçmişi hatırladığında suratında oluşan şapşal bir gülümseme, güzel yapmaya yeter hayatı. Ve ben buradan geçmişi hatırladığımda gülmeme, dolaylı ya da direk vesile olan herkese teşekkür ediyorum. Mutsuzluğu mutsuzlukla yenmeme vesile oldukları için, mutlu etmeyip, mutlu olmayı öğrettikleri için.